Skip to main content

hasarlı anılar ambarı

Denizin incileri bu kez tabloda - GÜNCEL - Kaptan Haber Yüz çizgilerini yitirmiş toplu fotoğraflar, vitrin camlarında, çerçeve kenarlarında, biraz destekle de olsa hala o kayıp bakışları anımsatmakta. Gün geçtikçe mevcutlarını yitirmekten yorgun düşmüşler. Biri omuzdan diğeri belden birbirine sarılı iki beden, kafada kurdele, siyah beyaz ama capcanlı duygular; içinden laciverdimsi ışıltıların göz kırptığı yuvarlak cama yönelmek yerine çoktan yitmiş bir öteye dalmış bakış, içinin eridiği torunlarını kucağına eğreti oturtmuş muzaffer bir dede, yan yana dizilmiş cinsiyeti farklı ama muzipliği bir ikizler, ismi çoktan unutulmuş kedinin kucakta bıraktığı hafif nemli sıcaklık, merdivenli sokağa açılan kapı –orada çiçekler mi vardı?–.  

Çok ötelere bakan gözlerinin içi gülen ak saçlı dik başlı helal anneanne. İsimlerini ancak ayakta kalan büyüklerimizin anımsayabileceği artık tanımadığımız akrabalarımızın beynimizin en derinine yazılı bildik mağrur tavırları. Aynı şekliyle yinelenen, ama bunca zaman sonra öyle anımsanmayan anlatılar, tarifler. Hayatta olmayan kardeşler, hayatta olup bir daha bir araya gelemeyecek olanlar, hiç dünyaya gelmemiş hemen ölmüş olanlar, neslimizdeki katkıları çok büyük ama kağıda basılı olma şerefine erişmemiş olanlar, bu payeyi elde edip bizde fotoğrafı olmayanlar, yaşayan ama birbirine temas etmeyen benzer soyadları, ölü bedenlerin yaşamayı sürdüren, aradan geçen zamana, gıyaplarında bunca olan bitene karşın gülmeye zorlanan gözleri. Aile üyelerinin farklı yaşlarında farklı anlarda benzer bakışlarla farklı ölçeklerde, büyüklüklerde yakalandığı, son sürgün olması gerekirken en tepe dallarında tersine anne ve babanın yer aldığı, rugby topu gibi kesilmiş kellelerden oluşan altı dallı koskoca meyvelerin gümüşi eğreti dallara tutunduğu aile ağacı.

Daha o anlardan itibaren arka planlara itilmiş, bir daha hiç olduğu gibi yeniden kurulamamış evlerin nereye gittiği belli olmayan eşyaları, bibloları, tabloları, yemek buharları, kokuları, fısıltıları, cereyanları.

Kartpostallar gibi, uzaklardan, dünyanın öte yakalarından gönderilmiş arkası yazılı olanları sanki daha önemli, daha değerliymiş gibi sıkıştırıldıkları yerden diğerlerine daha bir tepeden bakıyor.

Genelde kendi mevki basamaklarımızla kesişen boşta kalmış kenarları kendi üzerine kıvrılmış, ne için çekildikleri bilinmeyen, tedavülden kalkmış vesikalıklarımız da keza öyle. Hala çok iddialılar. Oysa bir yabancı elin telkinleriyle sürekli olarak düzeltilmenin verdiği gerginliğin, sinirliliğin yansıdığı donuk yüzlerin takındığı sahte ruhların yanıltıcılığının yanı sıra belgeye dahi yapıştırılmamış olmanın ezikliğini duymalılar en azından.

Birbirini izlemeyen ama yerlerinden çıkıp dönüp dolaşıp –sadece ben gündeme getirdiğim için ve belki de bu yazının sesi kadar– bugüne kadar çıkan yaşanmış an’lar. 

Artık çalışmayan saatler, dönmeyen dört ağırlıklı cama benzer plastik fanuslu pandül, kuşu göçmüş, yer çekimine eklenen ağırlıkları altında ezile kalmış cansız guguklu saat.

Birbirinden çekingen yapma bebeklerin kapatıldığı evin camekanlı hücresi. Sıkışmış sürme cam açılıverse, öncekilerden değil daha çok mekana sığamayanlardan yani siyahi olandan başlayarak birer birer dışarıya çıkacaklar. Dantel işliği önünde olanı yerinden kımıldayacak gibi durmuyor. Denese dahi kabarık bir eteğin büyüttüğü kucağına topladığı iplik tomarları birbirine karışacak. Ne zaman kimin tarafından ne dolayısıyla getirildikleri unutulmuş, bakışları hep aynı düzeyde takılı kalmış, artık bir şey anımsatmaktan çok sanki kaybettirmeye çaba harcıyorlar. Ne zaman o yöne odaklansam, içerisinin kulak tırmalayan vızıltısı gelip sürme cama yaslanıyor.     

Üzerime üzerime gelen bütün bu nesnelerin darbesiyle aklıma geri gelen ne varsa hep bölük pörçük, parçalı, vuruk; ne yapsam da bir türlü toparlayamıyorum. Biraz zorlayınca ise elimde birden tuz buz olup kırılıveriyorlar. Bir ikinci elin, sesin yardımı olmadan anlam, şekil alamayacaklarmış gibi görünüyorlar.

Sadece bu evde değil, onu anımsatan her anın içinde taşınan hayaleti, tıpkı kendisi gibi yorulmak nedir bilmiyor.  Sanki ısrarla var olmak için sürekli bir konuşma fırsatı yaratma arayışında. Konuşkan olan o değil, süre giden yalnızlığın içerisinde sıkışmış duran tek sesliliğim. Yumuyorum gözlerimi.

Babam masada

Oturduğu sandalye koskoca demir bedenlerin seyrüsefer yeri boğaza dönük, soldan sağa, sağdan sola gelen geçen gemileri sayıyor. Liman önü açıkta iki koca şamandıranın iki yanına ve ortasına zincirle bağlanan tutsak gemilerin ardında, Sarayburnu’nun arkasından kayboluveriyorlar.  MİT’in koskoca gemilerin ta içini okuyan röntgen cihazının konuşlu olduğu söylenen Kız Kulesi ile paralel bir denetim yapılıyor sanki. Yeri geldiğinde kütüphanede dinlenen dürbünle ayrıntılar inceleniyor. Karadeniz’e giden gemi, yüklü ya da boştur, şu kadar gün sonra, yüklerini boşaltır geri döner: Yılmaz’ın şeceresi bilinen şilepleri, bacası orak-çekiçli Sovyetlerin, Bulgarların, Romenlerin gemileri. Çürütülmüş açı kahverengi dirsekleri birbirine daima aynı hizadan bakıyor. Işıklı camın içerisindeki devinime daha yakın durabilmek için yer değiştirdiği koltukta rahat etmiyor, hayatı masa önü sandalyede geçmiş tabi, durmuyor, seri adımlarla hemen ofisine geri dönüyor. Orta dalga 1000’e ayarlı çoğunlukla açık radyo, mandalina üçüncü hamur kağıtların kıstırıldığı, kimi zaman kurşun kalemle yazıların boy gösterdiği kıskaçlı bloknot. Bir elinde daima duman taşısa da, gözünde yakın gözlüğü olduğunda diğer elinde mutlaka kalem; bir üçüncü nesne de devreye girdiğinde bazen ikisi birden farklı parmaklarda ama aynı elde. İş ilanlarına varıncaya kadar didik didik edilen, dörde, beşe katlanan gazete. Ev içerisinde uyku anı hariç gizlenme ihtiyacı duymayan, sigara dumanının sisinde, aleni, uluorta bir varoluş. Onunla makamında biraz konuşmak isteyenler, davetiyle sağdan ya da soldan bir sandalye çeker ve oturur.      

Babam uykuda

Herkesin gündelik yaşamın sıkıntılarından kurtuluş yolu farklıdır; onunkisi ansızın bastıran kaçınılmaz bir uykudur. O sanki evde değilmiş gibi son ses müzik mi açılmış –hele de bu perdeleri titreten o meşhur gavur dilencinin sesi ise–, istenmeyen biri, olur olmaz bir zamanda mı gelmiş, kareli defter açılmış ev içi bütçe görüşmeleri mi yapılmaya zorlanıyor, hemen kısa ama kararlı adımlarla koridor üzerinden kurtuluşa yürünür. Gerekçe çoktan ve her zaman aynıdır; sabah çok ama çok erkenden kalkınmıştır. Üstünü örtmez, perde gibi kapıyı da açık bırakır. Hem de ne uyku, omuriliğini eğmek uğruna elli yıllık döşemesi içbükey olmuş bir yatakta uzanılır uzanmaz hemen dalınan, en küçük bir tıkırtıda telaşla bağırıp kalkılarak bölünen tam bir sincap uykusu! Hele yanı başına bir kedi, küçük bir çocuk, bir bebek denk geldiyse uyku keyfi logaritmik katlanır. Evin yalnızca bu kesiminde kendini göstermeye hevesli minik pembe kertenkele, henüz derin uykuya dalmasa dahi –sahi gerçekten derin midir uykusu?– o gözlerini kapatır kapatmaz çıkar ortaya.

Babam uyanmış

Kim bilir bu kaçıncı uyanış sabahın köründe.  Bütün ev halkı mışıl mışıl uyumakta; masanın üzerinde ampulü zor bulunan mermer avizede onun tam üstüne eğilen tek bir ışık yanmakta; dışarıda zifiri bir karanlık manzarayı okunaksız kılmaktadır. Kedi bu aykırı saatteki hareketliliğe sevinmiştir. Saat kaç olursa olsun, yeni bir gün doğmuştur artık. Tepsiye konulan derme çatma iddiasız yiyecekler, belki de kızarmış iki üç parçacık bayat ekmek ve zengin ve bakir havadisler eşliğinde kahvaltı edilecek, masanın üzerine dünden sarkan işler bir çırpıda toparlanacaktır. Okul çağında bile olsak biz uyandığımızda o çoktan kahvaltısını bitirmiştir.   

Babam kırılan gemiyi tamir ediyor

Kütüphanenin en üst yerinde, kitapların önünde, vitrinin içerisinde, nerede olursa olsun, “toz alan el” bir şekilde, nadiren vücut bulan güzelim model gemiyi yere düşürür. Öyle böyle bir düşüş değildir bu, gemi mayına çarpmıştan beter olur; direkler kırılır, filika köşesi yıpranmış halının örtmediği parkenin üstüne tahlisiyeye düşer, bacası bir daha bulunmayacak, elektrikli süpürgenin toz haznesinde son bulacak şekilde çok ötelere sıçrar, ana gövde birleşme yerinden çatlar. Ama ne bir sitem, ne de umutsuzluk. Uygun olan ilk boşlukta gemi tersaneye çekilir ve tamirat başlar. Varsın parçası olmasın, kilitli dolabın içerisindeki ıvır zıvır kutusundan uygun bir şey aranır makasla düzeltilir ve yok olan uzvun yerini alır. Bazen gemilerin masa örtüsü üzerinde birbirilerine karşı manevra yaptıklarına tanık olurum. 

Babam ayağını sallıyor

Zaman, belki daha da hızlı geçer diye bacağın hızlı devinimiyle kovalanır. Sabah akşam yüzüne vuran sıkıntılar sabırla, tevekkülle mucizevi erteleme sözcüğü “yarın”a bırakılır. Üzerine her atılan adımda rakamların kazındığı küçük kareli defter yalan söylemez. Denk gelmemek üzere bir araya getirilen adaletli harcamaların hazin belleği olan bu karmaşık bütçe asla şaşmamalıdır.     

Babamın sağ eli çenesinde

İstenmeyen misafir, istenmeyen bir zamanda, ısrarla kısa süre içerisinde monologa dönüşecek olan, olur olmaz bir sohbeti başlatmaya kalkışmaktadır. Söylenenler dinlenmemekle kalmaz, konuyla ilgili ağızdan tek bir ses dahi çıkmaz. Dizden kırılı sağ bacak oynamaya başlar, sağ el çeneye gider. Hatta bazen terlikli ayak topuğunun yere vuruşu sıkıntının büyüklüğünün değil, şiddetinin göstergesi haline gelir. Muhatap alınmayanın görüş alanından olabildiğince kaçınan baş, kurtarıcı gibi yetişen nesnelere döner. Yetişen bir üçüncü kişi, televizyon, balkona konan martı. Ama istenmeyen konuğun izlenmeyen gündemi, döner dolaşır gözün takıldığı görüntüye taşınır: “Enişte, bu adam yumurta, biliyorsun değil mi?”   

Babamın bir elinde sigara

İlerlemiş yaşına karşın Bafra’ları isabetle buluşturup, birbiri ardına tutuşturmayı beceren Babaannemden miras kalan, ata yadigarı yatay bir fenerdir bu ağızdan beriye uzanan. Bu kısık gözleri daha da belirsizleştiren yanar döner ışık, sözcüklerimiz dahil her bir yerimize sinmiştir. Ortama yeni girdiğimizde ya da fazlasıyla içeride kalıp da gözümüz yaşarmaya başlayınca, dışarıdaki hava ne olursa olsun açılan balkon kapısı yardıma koşar. İçeriye davetsiz bir poyraz dalar.   

Kısa bir süre sonra, ardı ardına düzineye varmadıkça kesilmeyen hapşırıklar, kapının hemen kapatılması gerektiğini söylemeyen dilin yapamadığını yapacaktır.

Ama duman tütmeye devam edecektir. Gelenektir bu. Yanar döner cılızımsı ışık, kim bilir adres soran hangi hayalet gemilere yol göstermektedir kesif dumanın içerisinden?    

Babam hafta içi her gece televizyonda pembe arkası yarınlar izliyor

Yaşamın biricik özetidir her akşamüstü göz nemlendiren acı haberlerden önce önümüze serpilen. Birbirini izleyen, birbiriyle bağlantılı, irademizle yönlendirdiğimiz yanılsaması içerisinde tamamen rastlantısal olayların anlamsız akışı. Hakikatin bizzat kendisi olmaya soyunan koskocaman ürpertici bir yalan rüzgarı. Pür dikkat kesilir, çünkü sık sık dile getirdiği “yarın”lar burada bugün an itibariyle birbirine eklenmiş, hep yarım kalan halleriyle resmigeçit halindedir.     

Babam radyodan maç dinliyor

Pazar günü ne saatli maariften, ne alınan çift gazeteden, ne ekmeğin geç gelmesinden, evde olmaması gerekenlerin varlığından, gün boyu dinlenen naklen maç yayınlarından anlaşılır. Heyecanlı bir insan sesinin ve yer yer arkadan gelen bir seyirci vızıltısının oluşturduğu fon müziği, bir süre sonra anlatılanların, sahada olup bitenlerin, kimin kazandığının, kimin yenildiğinin yerine geçer. Aynı sesi işitmemize karşın, bazen istesek de hiç içerisine giremediğimiz bu akış, onun tahayyülünde şeref tribünü açıklığında ne görüntüler yansıtır. Gözün görmediğini akıl kapkaranlık bir sahaya yansıtarak oynatır.

Babam bira içiyor

Bir alışkanlık, bir bağımlılık değil, imkan olduğunca yinelenen biricik bir keyif anıdır bu. Her geçen gün eksilen yaşama katlanma gücü veren uyanıklık. Gündeliği sorgulamadan sürükleyen rutin. Köpürtmeden bira şişesinden bardağa dökmeyi, bağımlılıktan değil, sırf onunla bir temas olsun diye yanından gelip geçerken bir fırt almayı –bu çocuk biramı bitiriyor!– aklıma geldikçe yapmayı unutmuyorum.

Babam gemi resmi çiziyor

Gazete kenarına çizilmiş bir gemi resmi istemiştin; bu seferki biraz büyük oldu. Çoktan hurdaya çıkarılan ve « eritilen » Antalya, sözüm ona yolcu gemisi bu. Biraz daha büyük gibi görünüyor, ama aslında, zaman zaman Zonguldak-İstanbul arasında çalıştırılıyor, bazen de Tophane rıhtımından Mudanya’ya gidip geliyordu.

Büyücek denizlere kıyısı olan yerlerden kalkan gemiler, sanki bilinmedik yerlere gidiyor gibi ufka doğru açılır, uzun süre, bazen sadece dumanları görününceye kadar gözden kaybolmazdı. İnsanlar, ayrılığın keyfini daha uzun süre çıkarmak fırsatını bulurlardı. İzmir’e gidenler ise Ahırkapı’yı döndü mü, ara da bul. Nerede o eski uzak ufuklar ve nerede ağır ağır uzaklaşan o eski gemiler?

(...) Ha, unutmadan söyleyeyim, o Antalya gemisi var ya, annem beni Bursa Erkek Lisesi’ne tam kırk yıl önce götürürken, o vapurla Bursa’ya gitmiştik.

Babamın sırtı kaşınıyor

Sol kürek kemiğinin ucunda, omuriliğine yakın bir yerde hep aynı kaşınma odağı söz konusudur. Ablamdan başka sadece bana söylenen, “yerini bir tek sen biliyorsun” sözü bu süreci bir beş dakikalığına uzatmayı başarır.  Onun arkasında geçirilen bu kısacık an, yanı başımızda ama bizden çok uzakta olan dünyasına kısa süreliğine de olsa onunla aynı açıdan bakma fırsatıdır. Gazetenin neresi katlanmış, kütüphaneden hangi casusluk kitabı alınmış, üçüncü hamura neler karalanmış, az önce Haydarpaşa’dan ayrılan gemi nereye varmış, ayan beyan görünür.   

Babam yürürken terliklerini sürtüyor

Ayağını yerden kaldırmadığı için terliğin altındaki mukavva, kahverengi fayansın üzerinde kayarken, kedi tıslamasına benzer ritmik bir ses çıkartıyor. Sanki ön taraftan arkaya uzanan koridor boyunca sağlı sollu uzanan canavarları dağıtıp kendine yol açmaya çalışıyor.

Babamın gözü ufukta

Artık gemi değildir ufukta gözlüksüz aradığı. Zaten deniz çizgisinin bir karış kadar yukarısına bakmaktadır. Görülecek menzilin daha da ötesi yoktur. Belirgin olarak bir şeye baktığı da pek söylenemez. Zihninin içerisinde bin bir düşünce birbirini kovalarken ya da belki de hiç ama hiçbir şey düşünmezken küçücük gözlerini, gök ile denizin birleştiği noktada daha da soluklaşan derin bir mavide dinlendirmektedir.    

Babam guguklu saati kurdu

Ancak küçük bir açıyla sağa doğru eğik iken çalışan sarkaç ağırlıkları birbiriyle yarışıyor. Saat ancak sola doğru hafif bir açıyla eğildiğinde çalışıyor. Sarkaç ancak belli bir noktada hareketini gerçekleştiriyor. Artık fark edilmeyen tık-tık’ı ancak işitilmediğinde dikkat çekiyor. Kuşun civcivli sesi boğuklaşmıştır, saat başlarında filan değil ancak önemli bir olay yaşandığında dışarıya çıkar. Geriye sayımın son rakamlarında zorlanır, şeytanımsı mekanizması takılmaya başlar, ta ki son ana kadar. 

Babamın başı masanın üstünde

Her zaman olduğu gibi sabahın köründe iş yerine gelmiş, aracını park etmiş, kapıdaki güvenlik görevlisiyle selamlaşmış ve gece nöbetçi kalan meslektaşıyla kısaca sohbet ettikten sonra masasına yerleşmiş. Sigara yakmış mı? Bilmiyorum. İlk çayının dumanı henüz kaybolmamışken, açık radyonun mırıltısında başı masanın camına konmuş. Haber akışı devam ediyor. Masa ile cam arasına sıkıştırılmış fotoğrafa değil yan taraftaki duvara bakıyor.  Çoktan yola çıkmış bile. 

Babam mezarda

Dümdüz nemli mermerin üzerinde kafasının üşüdüğü kesindi. Yüzü gülüyordu. Ama besbelli son bir zorlama gülüştü bu. Gazetelerdeki ölüm ilanlarına bakıp incelemeyi, dostlarının cenazelerine katılmayı –namazlarını kılmadan ama– çok severdi. İmkanı olsa, kendi cenazesine katılmaktan, son görevini yerine getirmiş olmaktan büyük keyif alacağından eminim. İlanı kim kaleme aldı, camiye kimler geldi, kimler çelenk gönderdi, kimler bağışta bulundu, hangi ünlüler geldi, kimler saf tuttu, kimler tutmadı, kimler içeriye namaz kılmaya gitti, tabutu bir türlü arkadan gelen devretmek istemezken beni uyaran dayak yiyesi adam kimdi, araya kimler girdi, mezar başına kimler geldi, çukura kim atladı, son kürekleri kimler salladı, Hoca’ya bahşişi kim verdi, kimin arabasıyla geldik, kimin arabasıyla döndük, helva yapıldı mı; ilk gece gözümü kapattığımda ne oldu?  

Hatıra defterime çizdiği küçücük bir geminin altına « gitmek için her zaman bir gemiye ihtiyacım olmuştur » diye yazan adam zifiri mavi bir suda, sırtı bana dönük iştahla kürek çekiyordu. Görünmeyen küreklerin karanlık suya vururken çıkardığı ses düm teka düm tek ritmine öykünüyordu. Ne bir köpük, ne bir dalga. Hepimiz aynı gemideyiz.

Babam kütüphaneden bakan fotoğrafta

Gün geçtikçe büyüyen su kaplumbağasının ardına sıkışmış. Yem verilirken heyecanlanan hayvanın patileri yüzüne su fışkırtıyor. 

Sizin de gününüz gelecek.