Skip to main content

Çizmeden anlar - I

Türk uçağının yolcularını yüklenen iki otobüs, bir polis aracı eşliğinde Ortadoğu ülkelerine ayrılmış özel karantina terminaline alınıyor. Karantina zaten İtalyancadan aldığımız bir sözcük. Uzak diyarlardan gemi ile gelen yolcular, bulaşıcı hastalık tehlikesi karşısında karaya alınmadan önce kırk gün bekletilirlermiş.

İtalyancada kırklık anlamında.

 

 

Bizler olası vebalılarız yani. Yolcular, X-ray cihazı gerisinde hani o Afrikalı göçmenlere sözde “yardım elini” uzatanların ellerinde gördüğümüz ameliyat eldivenleri gibi, ellerine plastik eldivenler geçirmiş polislerin önünde kuyruğa sokuluyor. Pasaport kuyruğu filan değil bu. Uluslararası güvenlik sertifikasına sahip ve dünyaca kabul gören kurumlar tarafından düzenli olarak denetlenen bir havalimanından biniş salonuna alınmadan önce sıkı bir aramadan geçirilen yolcuların uçaktan iner inmez “yurt içine” girmeden böylesi bir denetimden geçirilmesini anlamıyoruz. Gümrük desen gümrük değil, zaten donumuzdaki lastiğe kadar her şeyi görebiliyorlar, terör desen o da değil çünkü burada da güvenlik önce kimlik sonra da yüz tanıma, istihbarat vesaireden geçiyor.

 

Amaç sanki sadece aşağılamak.

 

Tamam darbe marbe olduğunda, duyguların şaha kalktığı anlarda bazen güvenlik “dahili mülahazalarla” askıya alınabiliyor ama bugün itibariyle öyle bir olayın içerisinden sıyrılıp gelmedik.

 

Potansiyel “Ebolalıların” düzenli bir şekilde sıra yaptığı düzeneğin gerisinde, arkada perdelerle örtülü “ayrıntılı” arama noktaları da var. X-raydan geçen herkes ayrıca mıncıklanarak ve kışkırtılarak aranıyor. İlaç vesaire dahil olmak üzere çantalarda şüpheli görülen her şey için garip bir sorgu süreci başlıyor. Kadın-erkek sevimli görevliler bakışlarıyla “nefret” kusuyor. Hani bu tür abartmalı zaman kaybettiren uygulamaları yutturmak için kullanılan genel geçer bir cümle vardır, “bütün bu yapılanlar hepimizin güvenliği için” diye, bu bizim güvenliğimiz değil. Düpedüz kafatasçılık. Bir adım sonrası kafatasımızın biçimine, kemik yapımıza, tırnaklarımıza, dişlerimize –ki ben hiç geçemem bu taramayı-, genlerimize filan bakacak sömürgeci piçler.

 

Bir kez daha midem bulanıyor.

 

Akdeniz’de ölüme terk edilen, gemileri batırılan zavallı göçmenleri hiç unutmadan, Venedik’te San Marco Katedralinin önünde saatlerce beklememize neden olan, garip bir şekilde X-ray kullanmadan kadın filan dinlemeden elle arama yapan, termostaki suyu zorla içiren, tebessüm edenleri köpek gibi azarlayan sarı saçlı özel kuvvet mensubu hayvanı de unutmuyoruz.

 

Tabi Ortadoğu’da emperyalist ve ümmet hayalleriyle Batıyla tam bir işbirliği içerisinde, IŞİD’ten El Kaide’ye yeryüzünün tüm defolu mallarına ülkemiz üzerinden her türlü desteği vererek şefkat dolu kollarını açan “dava sahibi” yöneticilerimizin bu durumun daha da kötüleşmesine olan katkılarını da unutmuyoruz.

 

Velkom! Faşizmin yeniden hortlatılmaya çalışıldığı İtalya’ya hoş geldiniz!

 

Benim Malazgirt ruhuyla yıllardır oğlunun bedenini arayan anneleri yüzüne gaz sıkan, eti geçip kemiğe değen faşizmim, senin soğuk ruhsuz, eldivenli faşizmini yener mi?

 

--

 

Sessiz sedasız çimenlerin arasından akan içilmesi mümkün berrak su gibi, sur boyu kenti fır dolayan yolun cezasız “meşru” otoparklı müsait bir yerinde turizm danışma bürosunun hemen yanında sessizce duran “Stazione Aqua”da dokunmatik olarak harekete geçirildiğinde sadece yarım litre su akan üç otomatik musluktan sadece bizim gibi turistler değil yerli halk da yararlanıyor. Adam motosikletiyle gelip küçük bir şişe doldurup gidiyor.

 

Üç musluktan birincisinden buz gibi bir maden suyu, ikincisinden soğuk kaynak suyu, üçüncüsünden ise ılık kaynak suyu akıyor. Ama ilginç bir şekilde musluğun önünde hiç kimse kuyruk yapmıyor. Zaten muslukların yapısı itibariyle imkansız da olsa, kimse bu beleş kaynaktan damacana, bidon filan doldurmaya kalkmıyor.

 

Buranın adı Lucca. Hani herkesin bilumum organlarıyla düzeltmeye çalıştığı Pisa’nın yakınlarında, adına Anfitiyatro dedikleri yusyuvarlak bir meydanı olan, kıyısında tertemiz bir su kanalının aktığı, suyun ve surun altından girift tünellerle ve sayısı sınırlı kapılarla aşılabilen, çok güzel ve sapasağlam bir surla çepeçevre çevrilmiş bir Ortaçağ yerleşimi.

 

Üç musluk. Gözünü sıvı bürümüş üç susuz insan. Elimizdeki termos ve pet şişeler doldu bile. Maden suyunun fazlası zararlıymış. Geğirmenin de ötesinde. Öyle diyorlar. Ben yarım şişeyi daha musluğun önünden ayrılmadan bitirdim ve yeniden doldurdum bile. Davut’un baldırları, sanal desteklerle bir türlü düzelemeyen eğik kule, gladyatörlerden daha çok artık turistlerin sınandığı kolezyum filan hikaye, hepsinden öte bu buz gibi lezzetli gazlı su.

 

Buradan ayrılmak zor olacak, iyi ki gelmişiz… Ne o soluklanmak için oturduğumuz bilmem kaçıncı meydandaki banktan, tepesinde ağaçlar olan bir kule mi görüyorum? Eğer dünya güzeli bir çift göze aşık olan isyankar bir zangocun çılgınlığı değilse bu, bu tohumları bu yüksekliğe kim taşıdı?  

 

Tepesinde yedi tane pırnal meşesi bulunan kule.

 

Allah Allah… Bu Romalılar çıldırmış olmalı!

 

Kuşların bile başını döndüren 38 metrelik bir kulenin tepesinde “yeniden doğuş ve yenilenme”yi (Guinigi Ailesinin tam yedi tane tosunu, erkek çocuğu varmış) temsil eden yedi pırnal meşesinin (Quercus İlex) hala ne işi var? 200 basamakla çıkılan baş döndüren bir uçan asma bahçe Torre Guinigi. Kentte bir zamanlar (1300’lü yıllarda) bu gökdelen kulelerden 250 tane varmış. Bugün ne yazık ki bunlardan sadece birkaç tanesi ayakta… Çoğunlukla son katları mutfak olarak kullanılan kuleler, her yeri kasıp kavuran veba salgınları sonrasında İtalya’da paralı askerlerin kol gezdiği, siyasi çalkantıların yaşandığı ayağa kalkmaya çalıştığı bir dönemde (1384) Roman ve Gotik tarzında inşa edilmiş.

 

Bizim basamaklarından iki kişinin yan yana zor geçtiği kulenin tepesine asma bahçe yapma fikri muhtemelen XIV ya da XVnci yüzyılda gelişmiş ve nihai olarak döneme ilişkin resimlerden de anlayacağımız gibi 1600 yılında kule bahçeli hale gelmiş.

 

Kentin ileri gelenlerinden ipek tüccarı zengini Guinigi’lerin torunları, Rönesans’ta egemenliklerinin ve servetlerinin simgesi olan bu asma bahçeli kule, hemen yanındaki Sant’Andrea Sarayı ile birlikte Lucca Belediyesi’ne bağışlamışlar. Kule ne kadar yüksekse ailenin havası o kadar çok oluyormuş.

 

Guinigi’lerin yedi erkek çocuğuna mı ne olmuş? Üç tanesi vebadan ölmüş, bir diğeri öldürülmüş. Büyük ümitlerle çok iyi eğitim gören ve kolejlerde okutulan üç tanesi de top olmuş (yok bunu ben ekledim!) Bir rivayete göre en büyük ağaç Paolo Guinigi tarafından dikilmiş. Zavallı Paolo, Francesco Sforza tarafından yakalanıp zindana atılmış ve infaz edildiği anda kulenin tepesindeki ağaç üzüntüsünden göz yaşları yerine tüm yapraklarını dökmüş!

 

-                     

 

Gün batımı. Hava karardı kararacak. Alberobello geride kaldı bile. Yüzlerce kilometre yaparak geldiğimiz bu “sonradan girişimci heveslerle” oluşturulmuş turistik beldede akşamüstü hızlı bir geziyle göreceğimizi görmüş, Selva Ormanının kıyısında yer alan konak yerimize çekilmiş ve yüksek çam ve meşe ağaçlarının arasına çadırımızı kurmuşuz.

 

Çadırın annesinin ev sahibesi yönetici şirin kadından çay yapmak üzere sıcak su almasını bekliyoruz ama nafile. Alınmayan hediyelik plastik minik trullilerin laneti peşimizi bırakmıyor…

 

Trulli’lerin anavatanı ilk başlarda baştan başa aynı kıyısında bulunduğumuz yer gibi ormanmış. Tarım alanları açmak üzere buraya gelen tarım işçileri, zamanla yöredeki taşları kullanarak Trulli olarak adlandırılan evleri inşa ederek bunları barınak olarak kullanmışlar.

 

Alberobello’nun « bundan üç yüzyıl önce yarısı makilik yarısı meşe ormanından oluşan geniş bir selva olduğunu », bugün yerleşimin bulunduğu yerde XVII. Yüzyılın başlarında sadece orman içerisinde bir şapel yer aldığını, kendi yazdıklarımızı düzeltmek için dahi olsa hiç okumadığımız için o an çok da bilmiyoruz. Artık alışkanlık haline geldiği üzere mekanla ilgili bilgi ancak gezildikten sonra tüm gerçekliğiyle şekilleniyor.

 

Pompei’den yola çıkıp Paestum üzerinden yorucu bir günü tamamlamamıza rağmen spor ayakkabıları ve giysilerimi giyince ormana koşarak dalma hissini bastırmayı bir türlü başaramıyorum. Derinlerden, gırtlakla yutak arasında hiçbir işe yaramayan ama çok önemli olduğu anlaşılan bilinmez bir organın ahşap içerisine dudak arasından delice üflenen nefesten bir boru sesi geliyor.

 

Allahın gavur elinde hava tam kararmadan Selva ormanının içine doğru çekiliyorum. Önce asfaltı terk ediyorum. Sonra orman içine doğru yönelen bir zamanlar tahta ağaçlarla düzenlenmiş toprak yolu, sonra gittikçe daralan patikayı, sonra geçişi örten diken, çalılık ve örümcek ağlarından uzun süredir hiçbir canlının geçmediği anlaşılan ormana değil zifiri karanlığa dalan izleği. Sık meşe ve çamların orman vasfına terfi etmeye çoktan hak kazanmış makilik arasından hayal meyal kendini gösteren bir yapıya doğru gidiyorum. Daha asfaltı terk ederken bana hakim geri dönüşe ilişkin kaygılarımı daha patikada sürtündüğüm ilk domuz dikenine asıp bıraktım bile.

 

O da ne, ama bu bir Trulli!

 

Her ne kadar çevredeki doğal yapının etkisiyle özgün gibi görünse de muhtemelen buraya, bu orman düzenlenirken, çünkü yolu terk ettiğimde bir zamanlar buranın “park” olarak düzenlendiğini ortaya koyan ahşap korkuluklar, levhalar vs görüyorum, belediye ya da resmi brir idare tarafından yapılmış olmalı.

 

Güzelim yeşili aşırı kullanımdan keçişmiş bir fırça gibi zifiri siyahın içerisine daldıran koyu, dumansız sis, gördüklerimi anlamamı, göreceklerimin karşıma çıkmasını, bu olur olmaz yerde birden sese dönüşen düşüncelerin oluşmasını ertelemiyor. Ağaçsız balta devinimleri, ocak ateşinden karşıdaki sıvası dökük duvara parmak oynatılarak korkutulan sessiz, kesik çocuk solukları, ağzını açıp bir türlü kapatamayan kapı girişindeki uzun bacaklı köpeğin birbirinin hiç de benzeri olmayan kesik ve hızlı soluk alışları, koninin tepesinden taş sektirerek aşağıya kayan minik canlılar, iki baca arasında ıvır zıvır kurutmak için kullanılan dar balkon aralığına konulmuş tahta merdivenin ikinci basamağında dengede duran ayaksız terlik, içerideki ocağın ateşinde çıtırdayan zeytin kökünde huzur içerisinde uyurken ısıdan patlayan kurdun taşların arasından sürünerek sızan sesi, kapının arkasındaki kapkara çivinin bir türlü bırakmak istemediği, rüzgarda salınan kuru soğan demeti.

 

Geldiğim gibi dönmüyorum. Kalabalığız bu sefer. Hiç durmasam ve düzenimi hiç değiştirmesem de hızımdan da, sıkışık toprakta biraz daha derinleşen ayak izimden de belli bu. Bu zifiri karanlık patikalar, açıklıklar, yollar, gördüğünü anlamadan sadece izlemekle yetinen gözler, daha önce geçmediğim yerlerden birlikte akıyor.

 

Çöken karanlıkla birlikte upuzun bir meşenin altında nefes alan çadıra geri dönüyorum. Az önce olanlar, üzerimden çıkartıp yanı başımızdaki aracın camına astığım tişörtün üzerinden çime karışıyor.