Skip to main content

Çizmeden anlar - II

 mussolini place emanuele vittorio ile ilgili görsel sonucu

Nerede o eski kampingler?

Daha otomatik kapıyı aşmamızla birlikte, içeriye adımımızı atmamızdan itibaren başımız dönmeye başlıyor. Havaalanı girişi gibi en az elli aracı alabilecek düzlükte nerede duracağımızı şaşırıyoruz. Evet durmamız ve kontrol kulesi gibi üç yüz altmış derece yuvarlak, her tarafı camlı kontrol kulesi “resepsiyon” ile bunca gelen giden yabancı araç arasında uygun bir “park yeri” bulabilmemiz için görüşmemiz gerekiyor.

 

Bir gecelik fiyatı öğrenmemiz her seferinde biraz zor oluyor. Altı üstü aracımızda taşıdığımız çadırı kurup bir gece yatıp sabahın köründe basıp gideceğiz. Ama öyle olmuyor, birçok bileşen “giriyor” işin içine: bazen park yerinin konumu, çadırın boyu + kişi sayısı + elektrik + araba + internet şifresi + yerleşim konaklama vergisi… Pasaport fotokopisi, ödeme derken, zaten kapanmasına yarım saat kalmış havuza erişim için plastik bileklik, binlerce çadır kurma yerinden birinin numarasının yuvarlak içine alınıp size ayrıldığı bir AFAD “çadır kent” haritası, giriş çıkış için aracın önüne yapıştırılacak bir çıkartmayı da aldıktan sonra nihayet “içeriye” giriyoruz.

Sonra vardığınız yerde, aralarında çoğu zaman hiçbir fiziki engelin olmadığı altı metreye on metre aralıklarda göt göte konaklayacağınızı anlıyorsunuz. Üst taraftaki Avusturyalı karavan sahibinin altmış yaşlarındaki kadını yemekten sonra dişlerinin arasındaki etleri kürdanla temizliyor, çok sık ve bas bariton tınlamalı osuran kocası ile araları çok iyi değil gibi ya da yorgunluktan az konuşuyorlar. Hemen yanımızdaki karavan ise çok garip. İçeride biraz ses çıkardığımızda havlayan bir köpek var, daha doğrusu köpek havlaması var ama vücuda gelmiş halini göremiyoruz bir türlü. Sahibi köpeğine benzemiş, o da tuvalete gitmek dışında yüzünü çok göstermiyor. Kim bilir onlar bizim için neler diyordur?

Göl kenarı mıydı burası? Göl ne tarafta? Bu ağaçlar niye büyümemiş? Niye gölgeleri yok? Neden yurdumun parklarındaki gibi aralarında gençler sevişmesin diye kesilmişler?

İçerisinde iki kez çıkışını bulamadığım devasa tuvalete gitmek tam on dakika sürüyor. Çadıra dönüş yolunda tekrar çişim geliveriyor.

Havanın kararmaya başladığı ve sinek saldırısından tam çadırın içerisine sığınacağımız anda havuz başında çocuklara yönelik animasyon programı başlıyor. Karaoke, jimnastik, dans, skeç filan derken gözlerim seslerin arasında bir yer bulup kayıveriyor, kapanıveriyor.

Nerede o eski kampingler? Ağaçlar altında sınırsız özgür bir alanın uzandığı, cik cik öten kuşlu, köpekli, kedili, atlı, inekli, sincaplı, fareli, burada yaşamaktan zevk alan yöneticisiyle sohbet ederken işlemleri bir dakikada tamamladığımız, sahipleri tarafından terk edilmiş eski karavanların hüzünle yer yer uykuya daldığı, insanlarının da mekandan bulaşan bir sevecenliğe büründüğü bakımsız yemyeşil çimenlik özgürlük alanları.

-       

Aracı kentin girişinde 1980’li yıllardaki Dolapdere sokaklarına benzer bir yere bıraktıktan sonra buraya on kilometre kadar yürüdük mü, yoksa ara sokaklar, kiliseler derken dolana dolana başımız mı döndü de mesafeyi mi abartıyoruz? Hakkıyla gezmek için belki bir haftanın dahi az geleceği bu güzelim şehri yarım günde arşınlamalıyız. Zira boru değil bu, kaçırılmaması gereken mekanların adlarının yazılı olduğu ayrıntılı program var elimizde, ille de uymamız gerekiyor.

Daha aynı günün öğleden sonrasını ayırdığımız Herculaneum ve Pompei bekliyor pusuda. Pompei hani bir günün dahi yetmeyeceği her yerde dillendirilen koskocaman şehir.

Onarımda olan burcun yanından az önce geçtiğimiz için bal gibi sur içi de diyebiliriz aslında ama biz eski şehir diyelim, hamurdan ya da çömlekten kırmızıbiber bibloları ya da takılarıyla dolu dar ve taşları nemli sokaklarından sıyrılıp, liman kentinin denize doğru uzanan ana caddelere çıkıyoruz.

Ortada henüz ne deniz var, ne de liman görünüyor.

Devasa bir şantiyenin –ki meydanın altındaki metro istasyonu yenileniyor muhtemelen- kıyısından kocaman kale burcunun siluetini ancak görüyoruz. Ben hemen yanı başındaki geniş meydanı aşıp biraz daha yaklaşıyor, fotoğraf çekiyorum. Kendini ısrarla bir türlü göstermeyen limanı da böylece uzaktan bir iki küçük yolcu gemisiyle hayal meyal görebiliyorum.

Meydanın köşesine sıkışmış levhadan, yanındaki camekanlı mekandan bir metronun varlığını fark ediyoruz. Aldığımız biletle yerin yedi kat dibine dalıveriyoruz.

İstasyondan daha çok yüksek irtifalı bir dağdaki bakımsız bir yaya tahliye tüneline benzeyen istasyonda isim levhası filan yok, sanki tek yön işleyen bir uhrevi hattın son durağı gibi. Sadece anlamlandırılamayan sayıların yer aldığı elektronik göstergelerdeki saatler geçse de müjdelenen seferin katarları bir türlü tünelin ucundan gelmiyor. Zaten yerin dibine inince yönümüzü de şaşırıyoruz. Nereden gelecek, nereye gidecek?

Yirmi dakika beklememize karşın ruh halleri birbirine tıpatıp benzer dokuz-on kişi bu garip istasyonda ancak birikiyor. Hepsi kaygılı, hepsi sessiz, hepsi sıcaktan bunalmış ama terlememiş, hepsi de sanki istemeye istemeye buraya yerin dibine inmiş. Hiçbiri saatine bakmıyor, hiçbiri gülmüyor, hiçbiri bizim yüzümüze bakmıyor. Baksalar cesaretimi toplayıp soracağım.

Metro? Burası bir metro istasyonu mu? Gerçekten gelecek mi bu metro?

Burası son mu, başlangıç mı? Önce iki taş arasına kurulu tel tuzağa yakalanmış bir yaban domuzu çığlığı gibi bir ses, tünelin hiç beklemediğimiz tarafından duyuluyor gibi oluyor. Çok feci bir ses, ama bir o kadar uzakta ve etkisiz. Sonra tünelin ucundan ışık görünüyor. Hayır, bunu güneşe benzetip tünele atlamıyoruz, o taraftan zor da görünse bir şeyin geleceği kesin.

Bizim dışımızdaki insanlar ise hiç oralı değil, kafalarını dahi çevirmiyorlar o yöne. Yanılıyor olmalıyız.

Sonra soğuk bir rüzgar esiyor karanlığın içinden. Önce dışına iten soğuk, bizi sendeleten, ama gücüyle değil yön değişikliğiyle, sonra da vakum gibi ışığa doğru sıcak havayla birlikte içine çeken bir devinim yaşanıyor.

Yokuş yukarı tünelin içerisinden bulunduğumuz düzlüğe yuvarlanan bir demir yığının sesi gittikçe artıyor. İnsanlar kafalarını çevirmeden hat boyunca sıralanıveriyorlar demem gerekse de ortada ne yolcuların aşmaması gereken bir sarı güvenlik hattı, ne de kapıların denk geleceği belirleyen işaretler var. Oturan bir iki potansiyel yolcu ayağa kalkıyor.

Heyecanlanıyoruz. Biz de ayağa kalkıyoruz demiyorum çünkü zaten uzun süreden beri ve hatta tüneldeki devinimden beri tamamen ayaktayız.

Gelen otuz yıllık katarın üzeri grafittilerle kaplanmış, altındaki sarı ancak üzerini kaplayan mordan nefti yeşile sprey boyaların renginin isimlerini düşünürken fark edilebiliyor.

--

İşkencenin müzesi olur mu? Bal gibi olur. Deterministiz elhamdülillah, daha şimdiki zamandan bal gibi bildiğimize inanıyoruz geleceği ya, Ankara’da hala çalışmalarını sürdüren Derinlemesine Araştırma Laboratuarı, İstanbul’da asayiş ve trafik şubenin ortak kullandığı Gayrettepe de bir gün gelecek müzeye dönüştürülecekler. İşkencecilerin cezasızlığından filan söz etmenin yeri değil burası, ama öyle ya da böyle onlar da çektiler paylarına düşen acıyı.

Çekilen acılar değil ama onun araçları askılar, halatlar, Haydarlar, US yapımı manyetolar, kerpetenler, çiviler, iğneler, tuğlalar, su kovaları, daha etkili ve çarpıcı olması için mankenlerle canlandırma sahnelendirmelerle sergilenecek.  

Münferit vaka filan değil bal gibi kurumsal ve ticari; bilet alıyorsun, eline broşürü tutuşturuveriyorlar ve sonradan restore edilmiş birbirinden yüz metre uzaktaki iki binada canlandırmalarla, özgün aletlerle Ortaçağın karanlığına gömülüveriyorsun.

Hem parayla, hem gönüllü, hem de fotoğrafla belgelenebilecek bir tür korku tüneli bu. Orvieto’da tavuk gibi pişirilerek afiyetle yenen güvercinlerin mekanı yeraltı tünelleri, tepesinde yedi pırnal meşesinin yetiştiği yüksek kule derken burada da – ebediyete intikal etmeden önce – İşkence Müzesi’ni gezmek nasip oluyor. Üşenmemişler hangi aletin nasıl nereye neden ve ne için sokulduğunu yazmışlar, algısı, imgelemi kıt olanlar için mankenli canlandırmalar dahi yapmışlar.

İnsan vücudundaki bilumum deliklere sokulduktan sonra üçe bölünerek “içeride” açılan demir armut, kulak deliğine kurşun dökmeye yarayan düzenek, dil kesmek üzere özel olarak geliştirilmiş makas, bedenin değişik kemiklerini değişik açılardan ağır ağır kırmaya yarayan mengeneler, kıskaçlar, boyunduruklar, Bedri Koraman’ın yıllardır bize “zam kazığı” olarak yutturmaya çalıştığı malum yerimize yönelik demir kazık, organları bedenden ayırmaya yarayan baltalar, bacakların arasına sokularak iki kişinin “çalıştırdığı” uzun testere favori parçalar.

Cadı avı, Ortaçağın alacakaranlığı, günümüzdeki daha farklı aygıtlarla bedenimizdeki uzuvlara değil de doğrudan beynimize bilinçaltımıza yöneliyor, bizi tamamen hareketsiz kılıyor.    

--

Direniş teknikleri ya da harp sanatı içerisinde, bomba imalatçısından, silahtardan daha da önemli bir yere sahip olması gereken bir alan gözetleme ve takibe ilişkin teknolojik imkanlara karşı bizim de bir araştırma-geliştirme yapmamız meselesi. Yeraltına özen duyan çocuklarımız için geleceğin mesleği. Yasa dışına meyil edenlerin nerelerde ne tür güvenlik kameraları var, hangileri özel şahıslara ait hangileri kamusal, hangilerinde yüz tanıma marifeti var, hangileri 360 derece DOM, hangileri sabit, hangileri hareketli, bir noktadan diğerine bunlara takılmadan nasıl intikal edilebilir, insansız hava aracının varlığı nasıl anlaşılır, o bizim varlığımızı nasıl algılar, radardan nasıl kaçınılır, internette iz bırakmama, iz bırakmadan çevrimiçi haberleşme ve daha binlerce konuya yoğunlaşması gerekiyor.    

Oldukça yasal bir şekilde turist olarak girdiğimiz bu ülkede teknoloji konusunu hiç hafife almamakta yarar olduğunu hatırlatalım. Sınırı aşar aşmaz otomatlarla yılmaz bir mücadele başlayıveriyor. Bir yerde gevşerseniz yandınız. Her daim uyanık olmanız gerekiyor. Hem de tüm unsurlarınızla birlikte.

Daha önce etraflıca anlattığımız –çocuklar için sakıncalı- trafiği sınırlı bölge yani ZTL oyununu fazla can yitirmeden, en azından anında canlı ceza yemeden birkaç level ilerlettiniz diyelim ama iş bununla bitmiyor. Yerleşim yerlerine şirin yeşillikler arasında gizlenen radarlar, bilet vermeyen otomatik makineler, görevlisi olmayan gişeler, pompacısı hatta patronu dahi olmayan benzin istasyonu, hangi bölgeye ait olduğu bilinmeyen parkmatikler derken işin boyutu gelişiveriyor.

Halimize acıyıp nadiren yardım edenlerin hüzünlü bakışlarını, otomatik makineye parasını fazla ödeyip, bir türlü aracın deposuna sokamadığımız ve benzincide 4 litre benzinin acıklı hikayesini anlatmayacağım.

La Spezia’da garın çevresinde aynı mekanı iki tur dolandıktan sonra, üstü başı unlu ama hiç konuşkan olmayan çalışanların nefes aldığı bir fırının servis kapısı önünde aracı park edebileceğimiz bir yer buluyoruz. Çizgiler turuncu mu mavi mi ondan vazgeçtik aracın camının önüne koyacağımız ve bal gibi park paramızı ödediğimizi gösterecek bileti otomatik makineden almayı bir türlü beceremiyoruz. Meğerse park bölgelerinin rengi ve ayrı ayrı tarifeleri ve ayrı ödeme makineleri varmış. Ana yollar daha pahalı, tali yollar daha ucuz; mantıklı tabi. Ama nedense bizim koyduğumuz yerle ilgili makine çalışmıyor. Paraları zar zor içine sokuyoruz ama işlem sonunda bilet vermiyor paraları iade ediyor.

Tren saati geldi, aracı park ettik ama bir türlü gerine gerine aracımızın camının nüne koyacağımız bileti alamıyoruz. İki yüz metre sola, yüz metre sağa, aşağıya yukarıya gidiyoruz, bizim tarifemize denk gelen makineyi bulduğumuzda makine birden bozuk çıkıveriyor. Yaklaşık yarım saat sonra “olay yerinden” beş yüz metre uzakta bir ara sokakta nihayet makinemizi buluyor ve biletimizi alıyoruz.

O da ayrı bir hikaye. Her seferinde kaç saat kalacağınızı önceden tahmin etmeniz gerekiyor. Çok programlıyız, zaten fişek gibi ören yerleri, kentleri, mekanları gezip geçiyoruz, ama hiçbir zaman tahmini saatimizi tutturamıyoruz. Her seferinde eksik kalıyor. Bereket aracı çekmiyorlar.

Peki ya araç çekilmiyor da sadece fotoğrafını çekip sonradan adrese teslim yapıyorlarsa?  

--

Kolezyum’dan sonra gezmeye koyulduğumuz Roma Forumundan ve Capitolini Tepesinden bizi taciz etmeye başlayan Vittorio Emanuele II Anıtının yer aldığı meydana çıkarken, İtalya’nın ulusal bayramı dolayısıyla önceki gün düzenlenen kutlamaların ve resmi geçitten arda kalan kalıntılar toplanmaya devam ediliyor. Kadın erkek askerler kurulan protokol tribünü vesaire teşkilatı askeri kamyonlara yüklerken, turistlere caddenin kıyısında iki kişinin yan yana zorlukla geçebileceği daracık bir aralık bırakmış.

Ulusun Mihrabı olarak da adlandırıla 140 metre genişliğinde ve 70 metre yüksekliğindeki abartılı kaba yapı, İtalyan Birliği’nin 50nci yılını kutlamak amacıyla Bergama Sunağı örnek alınarak 1885 ve 1911 yılları arasında beyaz mermerden yapılmış. II. Vittorio Emanuele, 1861’de birleşen İtalya’nın ilk kralıymış. Çirkin yapının inşası için burada bulanan Ortaçağ’dan kalma şirin bir mahallenin yıkılması gerekmiş.

Yapıyı çok seven yurtsever İtalyanların “fare yuvası”, “daktilo”, “lavabo” ve hatta “düğün pastası” olarak nitelendirdiği anıt, Mussolini’nin halka seslendiği yerdir. Sönmeyen bir ateşin mermerlerin soğuk havasını ısıttığı Meçhul Asker Mezarlığı da burada yer almaktadır.

Faşizm, adını fascio’dan, yani Romalı baltacıları (Romalı yüksek görevlileri koruyan baltalı muhafız) simgeleyen demetlerden almıştır. Bu baltacılar Romalı hakimlerin koruması olarak görev yaparlarmış. Söz konusu demetler deri bağlarla birbirine bağlanmış değneklerden ve bir baltadan oluşuyormuş. Değnekler kırbaçlama erkini, balta ise baş kesme erkini simgeliyormuş. Yani bir anlamda adalet ve iktidarın simgeleriymiş bunlar.

Roma’yı gezerken İtalyan faşizminin başkentini gezdiğinizi unutmayın. Kentin ortasına bir martı boku gibi oturtulan Ulusun Mihrabı da onun biricik simgesi.

--

Aşıklar çeşmesinde kendilerine aşık olan insanların kalabalığında yer bulmak oldukça zor. Günün her saatinde mahşeri bir kalabalık, kopyalandıkça önem kazanan bir ritüeli yinelemek için birbirini iteleyip duruyor: Arkası çeşmeye dönük bozuk para fırlatmak! Bir dilemek filan hikaye, bu hareketi yapabilmek en büyük dileğin ta kendisi!

Muhteşem cümlelerle arkası dönük olarak suya fırlatılan paralar yılda ortalama1 milyon Euro’ya ulaşarak Kızılhaç’a kadar gidiyormuş. Arada “aşırılanları” ise operasyon gideri olarak sayıp hiç hesaba katmıyorum.

Burada yanınızdakinin omzu elinize çarpmadan öz çekim yapabilmenin önemini hiç küçümsemeyin. 10 Ağustos 2018’de 19 yaşında Hollandalı bir genç kadınla 44 yaşındaki bir İtalyan-Amerikan vatandaşı selfi çekmek üzere kendine en yeri kapmaya çalışırlarken tartışmaya başlıyorlar. Ardından arkadaşlar ve ailelerin de işin içine karışmasıyla büyük bir kavga patlıyor. Olaya müdahale eden polis ekibi de tarafları birbirinden ayıramayınca takviye çağrılıyor ve gelen desteklerle birlikte, mekanı kana bulanan ve kerhaneye çeviren hafif yaralı edepsizler Via della Greca karakoluna çekiliyor.

Kan gölü derken bu mekanın bir de aktivist manyağı varmış. 26 Ekim 2017’de çeşmeden suların aktığı havuz kan kırmızı rengine boyanır. Bu paradan bıkmış olan Venüs heykelinin yol açtığı bir mucize değildir, İtalyan aktivist Graziano Cecchini Roma’nın bembeyaz suyuna birkaç litre kırmızı boya döker. Kenti idare edenlerin yolsuzluğa bulaşmasını protesto ediyormuş bu kez.

Evet bu kez diyorum çünkü aynı eylemi aynı eylemci bundan 10 yıl önce aynı mekanda 2007 yılında da ama bu kez daha farklı bir mesajla, “fütürist kaygılarla” gerçekleştirmiş. Bu gazetenin yazdığı, adamcağızın aklından o anda tam olarak ne geçtiğini kimse bilemez, ama yine de bizim oradayken içimizden geçenlerle az çok örtüşüyordur.

Hani gözaltında kaybolanlar, Filistin’de katledilenler, göçmenler için filan olsa daha iyi olurdu belki ama bu da güzel, eline sağlık Graziano yoldaş.