Skip to main content

Çizmeden anlar - III

romeo et juliette balkon ile ilgili görsel sonucu Takvimler 23 Ağustos 79’u gösterdiğinde Vezüv Yanardağı patlar. Roma’nın ileri gelen biliminsanları bunun olacağını uzun süredir yinelemişlerdir. Yakaladıkları her fırsatta « Yanardağın patlayacağı kesindir. Bunu bize tarih söylüyor. Sadece tam olarak ne zaman patlayacağını bilemiyoruz » demişlerdir. Bilimin her zırvası gibi bu tespit de çok önemlidir. Öleceğimizi biliyoruz ama sorun o ki tam olarak ne zaman olacağını bilemiyoruz. Elbette ki öleceğiz! Bunu bize müstehzi bakışlar fırlatan mezar taşları söylüyor.

 
 

O zamanlar tabi kentsel dönüşüm filan hak getire, devlet sapasağlam binaları allem edip yerle bir ederek, birkaç metrekare fazlalık uğruna yeni emsallerle iğrenç bir kentleşme anlayışı içerisinde belki de daha az sağlam birbirine yaslanmış göt göte binalar inşa ederek hiçbir hazırlık yapmamış.

Deprem deyince akla nasıl hemen İzmit geliyorsa, Vezüv deyince de hemen Pompei çağrışıyor. Ama Pompeikadar büyük olmasa da Vezüv fenomeni olarak adlandırabileceğimiz, insanlığın bir an içerisinde ölüm gerçeğiyle yüzleşmesi ve lavlara gömülmesi olayını en iyi yansıtan yer, 12 ha’lık ve dört bin nüfuslu yerleşim Herculaneum ya da 1969’dan beri İtalyancasıyla Ercolano’dur. 1709’da Napoli’deki bir Burbon Prensi, deniz kenarına kaçak villa yaptırayım derken kaza eseri antik Roma’nın tatil beldesinin kalıntıları keşfedilir. Burası o zamanların « Bodrum »udur.

Lavların koskocaman bir yaşamı, bütün an’ıyla birlikte nasıl yuttuğu burada çok iyi anlaşılıyor. Kentin deniz tarafında hala dimdik ayakta duran yüksek lav tabakası, o anda nasıl bir felaketin yaşandığını, yerleşimi kaplayıveren kütlenin boyutunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Kenti ilk kazanlar hiçbir cesetle karşılaşmayınca, burada yaşayan insanların bir şekilde kaçmaya zaman bulduklarını düşünmüşler. Kazılar 270 yıl sonra yerleşimin limanına ulaşınca, buradaki su kemerlerinde üst üste yığılmış, kömürleşmiş yüzlerce (yaklaşık 250) insan iskeleti bulunmuş ki bugün de ören yerinin gezisini tamamlayıp çıkarken yirmi otuz metre yüksekliğindeki lav tabakasına oyulmuş tünele girmeden önce biz de iskeletleri görüyor ve cık cık yapıyoruz. Oysa zaten onlar da bizim gibi, öleceklerini bile bile yaşama içgüdüleriyle hiçbir zaman ölmeyecekmiş gibi yaşayanlardır sınıfındandır. Sadece her ölümde olduğu ve olacağı gibi onlar da hazırlıksız yakalanmışlar.

Ama bütün nüfus bu kadar değildir ve tarihçilerin tahminine göre halkın büyük bölümü bir şekilde lavların sıcaklığından muhtemelen deniz sularına doğru kaçmayı başarmıştır.

Yüz ifadelerindeki şaşkınlığı göremiyoruz, kafatasları gülmez ya da ağlamaz , çok da şaştıkları söylenemez, oyunun başından beri aldandıkları başlıca meselede hüve’l baki olan, ne yazık ki onlar değildir. Kaderdir bu, bir patlama sesi duyulmuştur zaten, için için nefret dolan dağ, tavsiyelere uyup artık içine atmamaya karar vermiştir. Kapkara dumanlar, yaşam tutulması gibi atmosferi sarmıştır. Onlar için artık ne mavi gökyüzü, ne de pırıl pırı güneş olacaktır.

Herculaneum merkezine 200 metre uzaklıkta olan kıyı, patlamadan sonra 500 metre uzaklığa gitmiştir. Küçük yerleşimin bugün gezilen kısmı toplamının sadece dörtte biridir. Asıl kamusal binalar, tapınaklar bugünkü modern kasaba evlerinin altında yer almaktadır.  

-

Pompei’den geriye aklınızda ne kaldı? Yaşamayı seçmesiyle birlikte her an ölümü kabullenenlerin “yarıda kalan” zamanı mı? Tiyatrosu mu? Gizemli villa mı? Hayır, sadece küçücük şirin kerhanesi. Yeni Farsçadan kar edilen hane. Her tarafın karlı çıktığı mekan.

Romalılar buna Lupanar diyorlarmış. Bizim Ergonokoncular belki biraz bozulacak ama etimolojik olarak Latince dişi kurt anlamına gelen « Lupa »’dan türemiş. Antik Roma’da fahişelere (burada gösterip de vermeyen orospu ile fahişe arasındaki farka girmeyeceğiz), akşamları müşterilerini çağırmak için bağırmalarından mı yoksa dişi kurdun hayvan cinselliğini çağrıştırmasından mı bilinmez yine aynı kökten hareketle « lupae » derlermiş.

Kerhanenin atası Atina’da doğmuş. Solon bunları metinlerinde dicterion diye anıyor. İlk başta denizcilere yönelik olarak liman kentlerinde karşılaştığımız devletin işlettiği kerhaneleri işleten devlet memurlarına pornobosceion, bunları denetleyen memurlara pornothropos diyorlarmış.

Antik Roma’da tabi cinsellik bugün olduğu gibi (içe bastırılıp daha sonra türlü sapıklıklarla tezahür eden) bir tabu değilmiş ve fahişelik sık karşılaşılan bir durummuş. Roma asker toplumu olduğu için kadın köleler askerlere çalışırmış. Garnizonların yakınlarında kerhaneler yapılmış. Her yerde Lupanar’lar ya da Lupanaria’lar açılmış. Bunlar hizmet vermeye başladığı saatleri yaktıkları mumlarla belli ederlermiş.

Bu kerhanelerin dışında cauponae ya da popinae adı verilen tavernalar da bu alanda hizmet verirmiş. Buralarda yemek yenebilir, oyun oynanabilir ve daha sonra üst katlara çıkılıp zührevi ihtiyaçlar giderilebilirmiş (tıpkı kovboy filmlerindeki gibi). Yaşamım boyunca çok sevdiğim GS Lisesiler alınmasın ama fahişeler, utancın ve çılgınlığın rengi sarı giysiler giyerlermiş. Ayakkabıları ise canlı kırmızı rengindeymiş! Lupanar’lar Domitianus döneminde çok gelişmiş.

Fahişe, orospu filan dedik feministleri belki kızdırdık ama çoğunluğu bekar ya da evli kölelerden oluşan Lupanar’lardaki fahişelerin yarısı kadın ve yarısı erkekmiş! Ancak bu erkekler, kadın müşterilere kapalı olan Lupanar’larda tabi ki edilgen bir işlev üsleniyorlarmış.

M.Ö. II. Yüzyıla doğru fahişeliğe ilişkin ilk kanunlar ortaya çıkmış. Fahişelere kayıt olma ve vesika alma zorunluluğu getirilmiş. Özgür yurttaşın fahişelik yapması ayıplanırmış.

Sadece erkeklere çalışan kerhanelere gitmek –daimi müşterileri Jules César gibi evli dahi olunsa– o devirde normal karşılanırmış. Pasif erkek rolündeki erkek fahişelere de kötü gözle bakılmazmış.

Gelelim Pompei’nin Tepecik’ine.

Çok sayıda tavernanın da benzer ihtiyaçları karşıladığı güzelim kentin tek küçük ve şirin kerhanesi VII. Bölgede yer alıyor. Giriş katındaki beş adet odada hizmet sunuluyormuş. Odaları ve kenefi birbirine bağlayan koridorda çeşitli pozisyonlarda erotik tabloların bir incir ağacının yanında Priapes’in göründüğü frizler (taban kirişiyle çatı arasında kalan, üzeri boydan boya kabartmalarla süslü bölüm) yer alıyor. İlginç bir şekilde iki çüke sahip Priapes’in ikili koruma (müşterileri beklenmedik başarısızlıklardan ve hastalıklardan koruduğu) getirdiğine inanılıyormuş.  

Kerhane, lav, yanardağı filan derken Pompei’den çıkarken gezdiğimiz Villa dei Misteri’den yani Gizemler Villası’ndan söz etmemek olmaz. Sahibinin kim olduğu bilinmediği ve burada bulunan ayin odasında gizemli bir tarikata giriş törenlerinin yapılmasından dolayı bu isim verilmiş olabilir. Bu törenler (Dionysos Gizemleri) evin duvarlarında bugüne kadar sapasağlam kalmış fresklerde de görülebiliyor.

Akşam “içinden tren geçen” çayıra kurduğumuz çadırımızda, demiryolunun yarattığı yer sarsıntısı, yandaki lokantadaki animasyon, araba klaksonları arasında villanın duvar resimlerindeki gizemler dağılıp gidiveriyor.

--

Arabayı bir ara sokağa bırakmışız ama bırakmadan önce yarım saat ceza yermeyiz diye düşünmüşüz. Milano sokaklarındayız ve zaman kaybetmeden Piazza del Duomo’ya ulaşmalıyız. Ana caddelerden ara sokaklardan hızla akıp giderken, Duomo’ya yaklaştığımız bir noktada Milano Polis Merkezinin önündeki Piazza Fontana’da üzerine taze çiçekler bırakılmış küçücük bir lehva dikkatimizi çekiyor.

Guiseppe Pinelli

Ferroviere anarchico

Ucciso innocente

Nei locali della questura di milano 15 12 1969

O akşam Milano’da hava sıcaktı.

Çok fazla sıcaktı. O kadar sıcaktı ki

« Onbaşı, pencereyi aç! »

Bir itiş kakış… ve Pinelli aşağıya düştü...

“Bay Questor, size daha önce de söyledim,

Tekrar ediyorum, ben suçsuzum,

Anarşi bomba değil,

Ama özgürlük içerisinde eşitlik demektir".

"Bırak zevzekliği! İtiraf et!

Dostun Valpreda öttü,

O saldırıyı düzenledi,

Ve sen de suç ortağısın!".

"Olamaz!", diye haykırdı Pinelli.

"Bir yoldaş bunu yapamaz,

Siz bu suçun failini

egemenler arasında arayın".

"Bana bak, şüpheli Pinelli

Bu oda zaten duman içerisinde,

Israr edersen, pencereyi açarız.

Ve dört kat biliyorsun bayağı yüksek yapar ".

Bir tabut ve arkasında 3000 yoldaş,

Bayraklarımıza sıkı sıkıya sarılıyoruz,

O gece hepimiz and içtik,

Bu iş burada kalmayacak.

Ve sen Guida, sen Calabresi,

Devletin katliamını örtbas etmek için

Bir yoldaş öldürüldüyse,

Bu ancak mücadelemizi daha da pekiştirecel

O akşam Milano’da hava sıcaktı

Çok fazla sıcaktı. O kadar sıcaktı ki

« Onbaşı, pencereyi aç! »

Bir itiş kakış… ve Pinelli aşağıya düştü...

(Pinelli adına yazılan bir şiirden)

Bu, çok da yabancısı olmadığımız bir kurguyla sahnelenen, tiyatroda izlediğimiz Dario Fo’nun “Bir anarşistin kaza sonucu ölümüdür”.

Avrupa’yı sarsan Kurşun yıllar sırasında, 12 Aralık 1969’da Milano’daki Piazza Fontana’daki Banca Nazionale dell’Agricoltura Gladio tarafından bombalanır ve 16 kişi ölür ve yüzlerce kişi yaralanır. Saldırı sonrası sola yönelik başlatılan cadı avı sonrasında saldırı gecesi polisin gözaltına aldığı 84 kişi arasında, Pont Ghisolfa üyesi İtalyan anarşist Guiseppe Pinelli de bulunmaktadır.

Yoğu işkenceye rağmen kendisine imzalatılmak istenen itirafnameyi reddeden Pinelli, 15 Aralık’ta emniyetin dördüncü katında “ açık bırakılan” pencereden aşağıya atılmıştır.

Karakolların penceresinden aşağıya atılanların anısına

--

İnandığımız ne varsa, bir arzu kurmacasından ibarettir.

Sonradan inşa edilen Alberobello, sağa sola oturtulan röprodüksiyon eserlerden sonra Verona’da aşka inanmak mı? Pisa kulesini bile kasten yamultmuştur bunlar!

Tatlı hatıraları anımsatan mermer balkon, avludaki Juliet heykeli, aşkın filizlendiği, gürlediği gölgeli mekan, yeryüzündeki bilumum dallamanın küçük kağıtlara fısıldayarak duvara astığı arzu fakiri iletiler.

Shakespeare’in yeniden gündeme getirdiği (1562) hikaye bile, muhtemelen on altı yaşındaki kuzini Lucina Sarvognan’a aşık olan İtalyan yazar Luigi da Porto tarafından yazılan İstoria novellamente ritrovata di due Nobili Amanti adlı eserinden aşırılmış. Da Porto’nun dahi Masuccio’nun “Mariotto e Ganozza” (1476) adlı masalından esinlendiği söyleniyor. Yani hikayenin kendisi bile elden ele dolaşmış.

Ama bugün gerzek turistleri soymaya yarayan ev kesinlikle Capulet’lere ait değilmiş. Avludaki arma evin Dal Capello’lara ait olduğunu söylüyor. Ama anlayabilene tabi. İnsanlar yuvarlak dünyanın dört bir köşesinden buraya gelmiş dallamalar buranın gerçek olduğuna inanmaktadırlar, ötesinin hiç önemi yoktur. Küçük avlu ve ona bakan balkon Shakespeare’in mizansenine benzemektedir ve XXnci yüzyılın başında burasının Juliette’in evi olmasına karar verilmiştir.

Evin sahibi mekanı XIInci ve XIIIncü yüzyıllara ait mobiyalarla döşetir ve Romeo ve Juliet’in hikayesiyle örtüşen birkaç belge koyar.

Bu arada meşhur balkon konuşmasının yapıldığı mermer balkonda her yıl bir milyondan fazla kişi poz veriyormuş!

Girişte alınan para ve insanoğlunun bu kez “turist” kılığı altında yaşadığı trajedi dışında hiçbir şey gerçek değildir. Belediye Yönetimi 1938 yılında mekanı Juliette’in evi Müzesi yapmıştır. Verona’lı heykeltıraş Nereo Costantini Verona Lions Club’ün girişimi ve desteğiyle 1972’de avluya yerleştirilen ilk heykeli yapmıştır.

Heykel Juliette’in sağ memesine ellerini koyarak “uğur” kazandığına inanan “arzu tüketicileri” bronz heykelin bir memesinde “doku kaybına” neden olunca belediye bu tüketim nesnesinde oluşan soruna hemen el atmış, eski heykeli binanın içine almış ve 2014 yılında memeleri “taş gibi sağlam” yeni sürümü bahçeye yerleştirmiştir.

Bu sağ meme elleme işi öylesine yaygınlaşmış ki Verona Belediye Başkanı Münih, Şikago, Bangkok ve Ningbo (Çin) kentlerine bu heykelin benzerlerinden birer tane armağan etmiş.

Ne trajedi ama!