Skip to main content

Qutur Suyu'ndan Savalan Dağı

Yaşına ve yıpranmış hâline karşın rampaya güzel asılan Mercedes 309 minibüsün gürültüsü, radyoda Hz.Zeynep’in ardından söylenen ilahilerin acılı sesine karışıyor.

Aracın arka koltuklarına yerleşmiş kalabalık aileden arasıra Türkçe sözcükler öne doğru sıyrılıveriyor.

Doğu Azerbeycan’ın Erdebil eyaletinde Tahran otobüsünden indikten sonra taksiyle Meydan-ı Vahdet’e ulaştım. Araçtan iner inmez etrafımı saran kardeş Erdebil’li taksi şoförlerine Qutur Suyu’na giden minibüsleri sorduğumda hepsi ağız birliği yapmışçasına ‘buradan minibüs bulamazsın’ dediler. Aralarından silkinip yol kenarındaki kahvaltı salonlarından birinde ça içtim ve kendime geldim. Burada aynı soruyu mekan sahibine yönelttiğimde bana meydanın öte tarafında, uzakta açık duran bir dükkanı işaret etti. Çantamı yüklenip akbaba taksi sürücülerinin şaşkın bakışları altında meydanın karşı tarafına geçtim ve otobüs yazıhanesinden daha çok bir seçim bürosuna benzeyen küçük dükkana girdim. Adımı listeye eklediler. Toplam 14 kişi olmuşuz. Telefonla minibüsü çağırdılar. Yaklaşık yarım saat sonra beyaz mercedes 309 minibüs geldi ve yola çıktık.

Erdebil’den Meskin Şehr’e uzanan karayolunun 50 nci kilometresinde kaplıcalara doğru giden ikinci bir tali yola sapıyoruz. Bir süre sonra askeri bir eğitim birliğinin de bulunduğu Lâhrud köyüne varıyoruz. Kısa bir süre meydana bakan dükkanların önünde mola veren araçtan inen yolcular, bakkaldan alışveriş yapıyorlar. Bana Qutur Suyu’nda alışveriş olanağı olduğunu söyledikleri için buradan bir şey almıyorum. Halbuki Qutur Suyuns varınca oradaki bir iki dükkanın oldukça sınırlı ürünler sunduklarını ve çok pahallı olduklarını üzülerek fark edeceğim. Önümüzde duran ve yaylaya çıkan bir ailenin malzemeleriyle tıka basa dolu olan kamyonun kasasında çadır direkleri arasına sıkıştırılmış ve sadece kafası görünen keçi sıcak güneşin altında can çekişiyor. Sürekli olarak kafasını kaldırıp hızla yanındaki yüklere vurup duruyor. Öldü ölecek ama hemen yanında uzanıp duran kırmızı yanaklı çocuğun umurunda bile değil.

Lâhrud’dan bir süre sonra yol hafifçe eğim kazanıyor ve sağ tarafımızda Ihlara Vadisi’ne benzer devasa bir kanyona paralel bir şekilde yolumuza devam ederken, Savalan uzaktan bana göz kırpmaya başlıyor. Yol boyunca araçların durup insanların manzarayı izlemesi için kanyona tepeden bakan doğal teraslar var ama ne yazık ki biz durmadan devam ediyoruz.Sağlı sollu yaylacı çadırlarının süslediği yol en sonunda soldan aşağıya kıvrılarak irtifa kaybediyor.

Dağa tırmanacağımı bilen akıllı şoför mantıklı bir girişimle bana burada inmeyi öneriyor. Ancak salak gibi alışverişimi önceden yapmadığım için onlarla birlikte Qutur Suyu’na kadar inmek zorundayım. Yol aşağıya indikçe, sırt çantasıyla yüklü geri çıkacağım yokuş gözümde büyümeye başlıyor. Neyse ki bir iki kilometre sonra dağdan süzülen dereyi izleyen yol, kaplıcaların yanında oluşturulmuş küçük yerleşimde son buluyor.

Burası tedavi edici özelliğe sahip pis kokulu kükürtlü sularıyla ünlü Qutur Suyu. Kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı kaplıcalar mevcut. Henüz tam mevsimi olmasa da çevrede tek tük çadırlar toplaşmaya başlamış bile. İki büfenin birinden bisküvi ve yufka alıp, suyumu buz gibi çeşmede doldurduktan sonra yukarıya doğru gerisin geri tırmanmaya başlıyorum. Çadırların dışında tek tük pansiyon olarak kullanılan tek katlı taş binalar da mevcut. Yokuşu tırmanıp suyun öte tarafındaki köylü çadırlarının fotoğrafını çektikçe, bir yandan da iyi ki aşağıya kadar inmişim diye düşünüyorum.

Hava şimdilik bulutsuz ve sıcak. Yoldan tek tük araçlar geçiyor. Bunlardan biri, mavi bir kamyonet yanımdan geçer geçmez duruyor. Sareyn’li köylüler yokuşun başına kadar beni çıkarıyorlar. Buradan teleferiğin olduğu yere kısa sürede ulaşıyorum. Teleferik modern tesis binası şimdilik kapalı olan Şabil Kaplıcalarına çok yakın. Teleferik toptan bakıma alınmış ve kabloları yerde. Hemen ardındaki büyük rampadan dağa çıkmaya başlıyorum. Dik eğimli yokuşu kendimi fazla yormadan çaprazlama yürüyerek aşmaya çalışıyorum. Bir saat sonra tepeyi aştığımda Savalan dağının yamacında yer alan oldukça geniş platoya varıyorum.

Dağın kuzey doğu yamacında bulunduğumu bilmekle birlikte federasyonun barınağına varmak için ilk başta tam olarak nereye yöneleceğimi bilemiyorum. Dağın zirvesinin büyük bölümü bulutlara gömülmüş durumda. Yamaçları dikkatle taramama karşın barınağa benzeyebilecek herhangi bir yapıyı uzaktan seçemiyorum. İşin kötüsü platonun bu kesiminde insana da rastlayamıyorum. Şabil’den kıvrıla kıvrıla yükselen toprak yolun büyük bir olasılıkla barınağa gideceğini tahmin ettiğimden yola doğru yöneliyorum.

Bir kilometre sonra yolun kenarında küçükbaş hayvanlarıyla birlikte çadır kurmuş vatandaşlara yöneliyorum. Köpek var; ama benim kararlı adımlarım karşısında çadırların yukarısında, büyük kayanın dibinde şimdilik hareketsiz duruyor, beni dikkatle izliyor ama havlamıyor. Çadırın yanında motosikletinin tamiriyle uğraşan köylüye barınağı soruyorum ve bana batı yönünü göstererek en az iki üç saat uzaklıkta olduğumu söylüyor. ‘Şu tepeden kestirme yap, sonra yollla buluşur yolu takip edersin’ diyor. Dediği gibi yapıp yavaşça tırmanmaya devam ediyorum. Platoda basamak basamak yükseldikçe görüş alanım genişliyor ve yaklaşık bir buçuk saat sonra dağın doğu yamacındaki İranlıların ‘Penetgâh’ dedikleri, iki minareli mescidiyle barınağı uzaktan seçmeye başlıyorum. Bir süre sonra bozuk toprak yolla buluşup yürüyüşe buradan devam ediyorum.

Yolun son kesiminde platodan yüz metre kadar yüksekte bir kayalık sırta inşa edilen sığınağa bir kilometre kadar yaklaştığım bir noktada, platonun düzünde sığınak olarak ayrıca iki yeni betonarme barınağın daha inşa edildiğini görüyorum. Ancak henüz tamamlanmamışlar. Şimdiki mevcut barınağa çıkan yolun son kesimi dağdan gelen suyun ve birden dikleşen eğimin de etkisiyle bir hayli zorlu. Sanıyorum yeni binalar bu nedenle aşağıya yapılmış.

Penetgâh’a yaklaştıkça iki minareli yapının mistik güzelliği daha da belirginleşiyor. Aşağıdan bakıldığında Savalan’ın yamacına kurulmuş minyatür bir İshak Paşa Sarayı gibi duruyor. Qutur Suyu’ndan beri altı saattir sırtımda 25 kilo yükle yoldayım. Son bir güçle kendimi toparlayıp hızlı bir tempoyla yolun solundan barınağa kestirme yapan patikaya dalıp yukarıya çıkıyorum. Barınağın bulunduğu düzlüğe varınca aşağıdan görünen mescidin dışında başka birçok tek katlı yapının da söz konusu olduğunu fark ediyorum.

Haziran’ın bu son haftasında barınakta sadece iki görevli bulunuyor. Bunlardan herbirinin kendisine ait içerisinde yumurtadan konserve ve güneş kremine kadar birçok ürünün bulunduğu ayrı kantinleri bulunuyor. Biri öğretmen olan Azeri köylüler aynı zamanda İran Dağcılık Federasyonu adına da görev yapıyorlar. İran’ın ikinci en yüksek zirvesine çıkan yabancılara zorunlu olarak 1500 tümen (1,5 dolar) karşılığı dağa çıkış sertifikası veriliyor.

İsteyen yabancılar ücreti karşılığı barınaktan oda kiralayabiliyor (gecesi 5000 tümen). Barınağın muhtelif yerlerinde farsça yazılar bulunuyor. Biraz bulanık da olsa güzel tadlı devamlı akan buz gibi bir suyu var. Temmuz/Ağustos döneminde bu barınaktaki ranza ve odaların tümünün dolduğunu anlatıyor görevliler. Ancak şu an kimseler yok.

Mescidin iki duvarının kesiştiği güneş alan beton zeminli noktada çadır kurmamı öğütlüyorlar. Ortalıkta kimse olmadığı için dedikleri gibi yapıp çadırın germe iplerini hemen oracıkta bulunan taşlara bağlayarak yerleşmeye başlıyorum. Hava çok güzel ve çadırın içi de sımsıcak. Fazlasıyla yorgun olduğum için gidip rotaya göz atmaya gerek bile duymadan çorbamı içip erkenden uykuya dalıyorum.

Sabah dört buçukta uyanarak önceki akşamdan hazırladığım çantamı sırtlayıp yola çıkıyorum. Yarı karanlıkta Penetgâh’ın hemen arkasından oldukça belirgin geniş patikayı bulmakta hiç zorlanmıyorum. Zaten zirvedeki krater gölüne kadar rota turuncu, beyaz ve mavi küçük bayraklarla işaretlenmiş. Beyaz bayraklar izlemeniz gereken rotayı işaret ediyor. Turuncu ya da kırmızı olması gereken küçük bayraklar ise tehlikeli alanlara doğru olan sapmaları gösteriyor. Mavilerin konumunu ise pek anlamayamadım açıkçası. Ben genelde beyaz bayrakları izledim. Şansıma bu sabah hava çok güzel, açık ve rüzgârsız. Bütün bunlara karşın içimde alt-üst içlik sentetik boğazlı ince kazak, polar, 2L mont, elimde eldiven ve kafamda balaklava var. Yani ısı sıfırın biraz altında ve bir hayli soğuk.

Kayalıkların arasından yükselen patika bir süre sonra dikleşmeye başlıyor. Kayaların arasında gündüz çağlayan sular donmuş ve cam-buz olmuş. Beş yüz metre sonra rota, kayaların arasındaki parça karların üstünden gidiyor. Güneş henüz tam çıkmadığı için kar batak değil ve üzerinde yürümeye uygun. Hatta kimi yerlerde eğimin de etkisiyle kar buz üzerinde adımlarımla tutunmakta bayağı zorlanıyorum. Neyse ki ayaklarımda kış koşullarına göre sert tabanlı botlarım var. Tahran’da kent ortamının sıcağında asfaltta beni bir hayli zorlasa da şimdi dağın bu kesiminde bana çok kolaylık sağlıyor.

Bir saat sonra dik eğimin kısmen azalmaya başladığı noktalarda rota üzerinde demir lehvalarda dağa çıkarken yaşamını yitirmiş İran’lı vatandaşların mübarek güler yüzleriyle karşılaşıyorum. Öylesine dağ tutkunu ki İran halkı yakaladığı her fırsatta öyle profesyonel dağ ekipmanlarına filan gerek duymadan pikniğe yada Telli Babaya gider gibi kadın erkek dağa çıkıyor. Durum böyle olunca irtifanın ve yorgunluğun etkisiyle bu etkinlikler sırasında, dağ başında haliyle yaşamlarını yitirenler de oluyor. Hatta bunların bir kısmının naaşı aşağıya indirilemeden hemen oracıkta dağa gömülüveriyor. İşte bu insan yüzlü anıtsal lehvalar bu kayıplarla ilgili.

Geçen kış alışılagelmişin üstünde yağış aldığı için bölgedeki dağlarda Haziran’ın son haftasına girmek üzere olmamıza karşın çok kar var. Sanki ilkbaharda Mayıs ayında gibiyiz. Aynı durum Ağrı Dağı ve Demavend için de geçerli. Savalan da bu aşırı karlanmadan payını fazlasıyla almış. 3400 metreden itibaren rota tamamen kar üzerinden devam ediyor. Bugün neyse ki hava çok güzel. Güneş yavaşça yükseldikçe sabahın soğuğu da ortadan kalkmaya başlıyor, ancak yine de arasıra hızlanmaya yeltenen buz gibi bir rüzgâr esiyor. Ama gittikçe irtifa kazandığım için henüz çok terlemiyorum ve üzerimdekileri çıkarmakta acele etmiyorum.

Güneşe bakan rüzgârdan korunaklı bir büyük kayanın ardında oturup soğumaya başlamış çayımı içip bisküvi ve fındık üzüm atıştırıyorum. Dünün bakiyesi yorgunluğuma karşın gücüm kuvvetim yerinde ve güzel havanın da etkisiyle hiç geri dönmek niyetinde değilim.

Penetgâh’a sabah dört buçuk civarı büyük gürültüyle ciple ulaşıp dağa benden önce çıkan altı Azeri genciyle aramdaki farkı iyice kapattım. Son dik yokuş öncesi dağ hastalığına kapılıp kendini güneşte ısınmaya başlayan kayaların üzerine bırakan, öndeki gruptan üç gençle karşılaşıyorum. Dinlenip geri dönmek niyetindeler. Bana ‘kolay gelsin’ anlamında ‘yorulmayasın’ diyorlar. Galiba önceki akşam dağagelmeden önce biraz alkolu fazla kaçırmışlar. Arada da onları bırakıp tırmanışa ara vermeyen arkadaşlarına ateş püskürüyorlar.

Yorucu rampada kendimi çok da fazla zorlamadan, Mehrab Tepesi adlı 4700 metre irtifadaki tepeyi de aşıyorum ve buradan sonra artık rotanın eğimi de azalıyor. Bir süre sonra ise çok hafif bir eğimle düz bir platoya varıyorum. Bu düzlükte öndeki diğer üç genci de yolda yakalayıp onlarla birlikte yaklaşık beş yüz metre sonra tümüyle donmuş hâlde bulduğumuz krater gölünün olduğu bembeyaz kalderaya varıyorum.

Penegâhtan yola çıkalı beş saatten fazla zaman geçti. Gençler buz üstünde yuvarlanıp çığlıklar atarak fotoğraf çekmekle meşgulken kalderanın çevresinde bulunan birbirine yakın irtifadaki kayalık kulelerden kuzeyde yer alan ve en yüksek yerinde kırık bir bayrak direği bulunan 20-30 metrelik son kaya zirvesine dikkatle tırmanıyorum. Bu kesimde çok rüzgâr var ve kaya üzerinde cambazlık yaparken rüzgârın etkisiyle dengemi kaybetmemek için büyük çaba harcıyorum. Kulenin üstüne vardığımda kırık bayrak direği ile pozumu çekip, kalderada yankılanan düşük tonda bir zirve çığlığı atıyorum: 4811 metre.

 

Kuran-ı Kerim'de de bahsi geçen ve yöre insanları için kutsal değeri olan, 'peygamberlerin mezarı ve cennetin kaynağının doğduğu yerde', İran'ın en büyük ikinci zirvesindeyim. Gölün üstü tümüyle buz kaplı ve daha henüz bir erime belirtisi bulunmuyor.

Burada fazla oyalanmadan gerisin geri, aynen çıktığım gibi kuleden aşağıya inip kalderanın ortasındaki donmuş gölde bu kez benim arkamdan gelmiş olan Meshkin Şehr’li dört Azeri kardeşimle tanışıyorum. Hemen karşılıklı fotoğraflarımızı çekiyoruz. Bana dönüşte onlarla birlikte Meshkin Şehr’e gelip Tebriz’e oradan gitmemi öneriyorlar. Motorsikletlerle gelmişler ve bir tanesinin arkasında onlara yük olmadan inebileceğimi söylüyorlar. Açıkcası benim planım zirveden sonra penetgâh’ta bir gece daha kalıp, oradan sabah erkenden Qutur Suyu’ne geri inmekti. Ama arkadaşların samimi yaklaşımı ve ısrarı ve hepsinden önemlisi irademi saran bir an önce geri dönme tutkusu onlarla birlikte hareket etme kararı almama neden oluyor.

Hep birlikte hızla geri dönmeye başlıyoruz. Çıkışta zorluk çıkarmayan karla kaplı kesimler güneşin etkisiyle erimeye başladığı için, inerken batak karda bir hayli zorlanıyoruz ve çoğu zaman ayağım belime kadar kara gömülüyor. Zirveden bir buçuk saat sonra Penetgâh’a varıyoruz. Çadırımı Ali’nin yardımıyla hemen topluyorum ve dört motorsikletle birlikte bozuk yollardan geniş platoya doğru inmeye başlıyoruz. Platonun orta kesimlerinde bir yerlerde motorları bırakıp çimenin üstünde elde kalan malzemeler ve çay eşliğinde nefis bir piknik yapıp sohbet ediyoruz.

Savalan’ı saran bulutlar şimdi geniş platoya üstümüze doğru sarkmaa başlıyor. Yağmur yağdı yağacak. Fazla oyalanmadan aşağıya inmeye devam ediyoruz. Ali çok usta bir sürücü. Tam olarak yerleştiremediğim sırt çantasının dengemizi bozmasına izin vermiyor ama sürat yapmaktan da kendini alıkoyamıyor. Arasıra nezaket gösterip rahatsız olup olmadığımı soruyor: Halbuki ben alnımı yalayan serin rüzgârın kısmaya zorladığı gözlerimle çoktan uzaklardaki bir başka alemin içindeyim. Meshkin Shehr’e giderken yanından geçtiğimiz arı kovanlarından yolun karşısına geçen arıların üstüme saplanmasını önlemek için iyice hedef küçültüyorum.

Uzaktan Savalan küçüldükçe küçülüyor. Bembeyaz bir bulut kümesinin içine dalıp çoktan günlük istirahatine çekilmiş bile.

fotoğraflar için (http://www.osmansoysal.com/photos/view/1.html#5356188342321424721/1)